7 Nisan 2016 Perşembe

Cehennem'deki ilk günüm

Jack Handey

Cehennemde ilk günüm sona ermek üzere. Gerçekte burada bir gün batımı yok ama alevler bir parça loşlaşmış gibi görünüyor ve çığlıklar daha hafifliyor. İblislerin çoğu uykuya daldı artık, sivri kuyruklarını çevrelerine dolamışlar. Öyle de masum görünüyorlar ki, daha birkaç saat önce bize işkence ve tecavüz ettiklerine inanmak çok zor.
Gün bazı arkadaşların beni bir şeyler yapmam için cesaret-lendirdikleri Chelsea Otel'deki bir partide başlamıştı. Hatırladığım bir sonraki şey ise cehennemde olduğum. Başlangıçta bir rüya gibi görünüyordu ama ardından akşamdan kalma rüyalarının daha kötü olduğu aklınıza geliyor.
Styx nehrini geçen feribot aşırı derecede kalabalıktı, her şey tepetaklak olacak sandım. Aslında, gemideki bazı iblisler bizi ileri geri sallamaya çalışıyorlardı. Yine de yanımızsıra yüzen kötücül, pispis sırıtan yunuslarla, cehennemin göğe yükselen sarp kayalıklarının manzarası unutulmaz bir şey. "Vay canına, burası gerçekten Cehennem mi?” dedim yanımdaki adama. Evet dedi, öyle. Tekrar sordum, emin olmak için, ama o bununla birlikte ağlamaya başladı. Bu adamın derdi ne yahu?
Girişte orada yeraldığınızdan emin olmak için büyük bir kitaba bakan kara cübbeli bir iskeletin bulunduğu bir tür gümrük istasyonu var. Sıkıcı bir şey ama sanırım bunu yapmak zorundasınız. O, kemikli parmağıyla sayfaları tarayarak sizin adınızı ararken, bir iskelet elbiseye neden ihtiyaç duyar diye düşünmenin size bir faydası yok. Özellikle de hava bu kadar sıcakken. Cehennem hakkında dikkatinizi çekecek ilk şey, ne kadar sıcak olduğu. Size yalan söylemeyeceğim, çok sıcak. Ama rutubetli, kükürt türü bir sıcak. Kaplıca falan gibi.
Cehennemde insanların tamamen çırılçıplak olduğunu düşüne-bilirsiniz. Ama bu bir efsane. Son ne giyiyor idiyseniz yine onu giyiyorsunuz. Örneğin, ben Das Boot filmindeki Alman U-boat kaptanı gibi giyiniyorum çünkü partide giydiğim de buydu. Kolay bir kostüm çünkü bunun için gerçekten ihtiyacınız olan tek şey şapka. Kötü tarafıysa, insanların daima kim olduğunuzu sormaları, cehennemde bile. Hadi ama, Das-Boot'daki adamım işte!
Yiyeceklerin burada şaşırtıcı derecede iyi olduğu ortaya çıkıyor. Sorun, hemen hepsinin zehirli olması. Yani, yedikten birkaç dakika sonra acı içinde iki büklüm oluyorsunuz. Garip olan ise, iyileştikten sonra hiç bir şey olmamış gibi yeni baştan iştahla yemeye hazır olmanız.
Lezzetli yemekler ve sıcak havaya rağmen, cehennemin bir kötü tarafı da var. O da her şeyden önce, tamamen düzensiz olması. Burada bir şeyin halledilebilmesi bir mucize. Bir büyük kuyrukta güdülüyor olacaksınız, sonra bu üç kuyruğa ayrılacak, daha sonra hepsi birlikte tekrar geri dönecekler! Görünür herhangi bir sebep olmaksızın! Bu delilik. Bir iblise bir soru sormaya çalışıyorsunuz ama o sadece suratınıza bakıyor. Önyargılı görünmek istemem ama İngilizce bilip bilmediklerini de merak ediyorsunuz yani.
Sıkıntıyı biraz olsun gidermek için kuyruktaki diğer insanlara taş atmak mümkün. Onların aklına sadece bir iblisin falan yaptığı gelecektir. Fakat iblisler birisini pataklıyorlarken başkasının buna katılmasından hoşlanmıyorlar, bunu zor yoldan öğrendim.
Gariptir ama cehennem yalnızlık çekilen bir yer olabiliyor, bu kadar fazla insan bulunmasına rağmen. Hepsi feryatlar ve saç baş yolmalar, sağa sola koşuşturmalar arasında, kendi küçük dünyalarında sıkışmış gibi görünüyorlar. Sohbet etmeye çalışıyorum ama beni dinlemiyorlar diyebilirsiniz.
Bende bir keyifsizlik hâli başgösterdi. Yapacak bir iş bulmanın faydası olacağını düşündüm. Böylece cehennemde birçok akrabam olduğu ortaya çıktı ve onların bağlantılarını kullanarak insanların dişlerini söken bir iblisin asistanı oldum. Aslında bir iş sayılmazdı bu, daha çok staj. Ama ben gayet hevesliydim. Ve ilk başta ilginç gibiydi de. Ama bir süre sonra kendinize sormaya başlıyorsunuz: cehenneme bunun için mi geldim ben, bir iblise değişik türde penseler uzatmak için mi? Merak etmeye başladım eğer cehenneme hiç gelmemiş olsaydım diye. Belki de hayatımı daha farklı yaşamalı ve bunun yerine cennete gitseydim... Acı çekiyorum.
Uzaklaşmam gerekiyordu. Sonsuz kuyruklar, anlamsız kırbaç-lamalar, topluca şarkı söylemeye zorlanmalar. Yorgun düştüm zaten damgalanmış olduğumu açıklamaya çalışmaktan ya da çekiçle bile kulağınıza sığmayan o koca şeyden. Konudan uzaklaştım. Biraz kendime ait zamana ihtiyacım vardı. Bir mağaraya geldim ve içeri girdim. Belki meditasyon için bir yer veya birkaç altın külçesi bulurum diye.
İşte sadece cehennemde karşılaşılabilecek anlardan biriydi o an. Şeytan'ı gördüm. Birçok insan vardır binlerce yıldır cehennemde olup da Şeytan'ı hiç görmemiş olan ama o oradaydı. Beklediğimden daha kısa boyluydu ve bir beyzbol kasketi giyiyordu. Ama çok da iyi görünüyordu. Koca bir kayanın tepesinde duruyor, okuma gözlüğüyle bazı kâğıtlara bakıyordu. “Hey, Şeytan!” diye seslendim, “Nasıl gidiyor?” ve anında iblisler üzerime çullandılar. Tarif edemem size bana çektirdikleri işkenceleri, çünkü görünüşe göre onların ticârî sırları bunlar. Şu kadarını söylemem yeterli olacaktır, o acılara katlanıyorken bile kendinizi “Vay canına, bunu da nasıl akıl etmişler?” diye düşünmekten alıkoyamıyorsunuz.
Hâlâ biraz şaşkın hissediyorum kendimi ama en azından iblisler parçalarımın çoğunu tekrar içime doldurdular. Ancak daha da önemlisi, her şeyin olabileceği, heyecan verici bir yer olarak cehenneme olan inancımın tazelenmiş olması. Cehennemde, ne olmasını istiyorsam, onu buldum.
Biraz dinlensem daha iyi olurmuş. Arıları az sonra salacaklarını söylediler, sürekli batan iğneleri arasında uyumak zor. Stajyerliğimi kaybettim ama öyle anlaşılıyor ki, yüzyıl içinde tekrar başvurabilirim. Bu arada da bir inşaat ekibinde görevlendirildim. Yarın devasa bir anıt inşa etmekle yükümlüyüz, ardından birbirimizi öldüresiye döveceğiz. Anlamsız geldi bana ama ben ne bilirim ki? Burada yeniyim.
The New Yorker (2005)
Jack Handey, “What I'd Say to the Martians” (2008)
Çeviri, SToktan
(Hikâyenin kitap için düzenlenmiş hâli esas kabul edilerek çeviri yapılmıştır.)